Bugün Türkiye siyasetinin en önemli gündem maddelerinin başında güçlendirilmiş parlementer sistem geliyor. Yani burada eleştirilen ve değişmesi istenen şey; kabaca, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin parlamentoyu devre dışı bırakıp tek adam rejimine dönüşmesi ve mevcut rejimin ülkeyi yönetemez hâle geliş olması. 2022 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde tekrar parlamentonun güçlü olduğu ve parlamentonun yasa koyuculuk işlevini layığıyla gerçekleştirebildiği bir sisteme özlem duyuyoruz. Fakat bu özlem yeni değil. Bu topraklarda parlamentonun yani halkın temsilcilerinin yasa koyması ülküsünün tarihi, 150 seneyi aşkın koca bir geçmişe dayanıyor. Hatta Cumhuriyet Devrimi’ne varan yaklaşık 30 yıllık bir devrim mücadelesinin tam merkezinde parlamenter sistem ideali yer alıyordu. Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihinde çok önemli bir yeri olan parlamento kavramına ve ulusal egemenliğin tarihine gelin yakından bakalım.
Her şeyin başı tarih kitaplarından adını bildiğimiz I. Meşrutiyet ve ilk anayasa. 1876’da Kanun-ı Esasi isimli ilk anayasanın yapılması ve sonra bu anayasa çerçevesinde meşrutiyetin yani Osmanlı sultanının monarşinin başı ve onun atadığı hükümetin asıl yürütme erki olduğu sistemde bir de iktidarın yetkilerini paylaşan halk temsilcilerinin yani parlamentonun, yani meclisin siyasi ve toplumsal hayatımıza ilk girişi 1876 yılıdır. Burada söylememiz gereken iki önemli şey var: Birincisi yine hepimizin bildiği Tanzimat Devrimi’nin ve o devrimin çağında yeşeren eğitimli, devrimci, okumuş etmiş, batıyı bilen, vatansever ve aydın bir kuşağın yazdığı çizdiği, düşündüğü ve kamuoyu yarattığı ölçüde ilk defa bu anayasaya ve parlamenter sisteme ulaştık. Bu parlamentarizm mücadelesini verenlerse tarih kitaplarına Genç Osmanlılar ve ardından da Jön Türkler diye geçen iki cevval nesil oldu. Bu nesli takip edenlerse çok daha büyük bir savaşı kazanacak ve daha köklü ve çarpıcı bir devrim olan Cumhuriyet Devrimi’ni inşa edecekti.
II. Abdülhamid dönemi reformların ivme kazandığı, imparatorluk bünyesindeki cemaatler arasında milliyetçi hareketlerin gittikçe güçlendiği ve emperyalizm kıskacının gün geçtikçe daraldığı bir dönemdi. Bu dönemde toplumsal yaşam alanında önemli değişimler yaşanmış ve Cumhuriyet’i kuracak kuşak yetişmişti. II. Abdülhamid’in tahta çıkışından kısa süre sonra Aralık 1876’da ilk anayasa yani Kanun-ı Esasi ilan edildi. Bu ilk anayasa, 19. Yüzyıldaki reform hareketleriyle başlamış olan hukuki değişimin yeni bir aşamasıydı. Mezhep farkı olmadan tüm Osmanlı uyruklarının kanun önünde eşit olması ilkesine dayanan bu anayasa, özellikle mâli konularda halkın temsilcilerinden oluşan meclisin söz sahibi olması ve kişisel hak ve özgürlükler açısından çok önemli bir ilerlemeydi. Biri Meclis-i Ayan diğeri Meclisi Mebusan olmak üzere iki meclisten oluşan Parlamento 19 Mart 1877’de açıldı. 40 kişiden oluşan Ayan Meclisi’nin üyeleri padişah tarafından atanmış, Mebusan Meclisi üyeleriyse vilayet meclisleri üyeleri arasından seçilmişti. 71 Müslüman, 44 Hristiyan ve 4 Yahudi olmak üzere 119 üyeden oluşan Mebusan Meclisi’nin ilk devresinde mali durum, idarenin yeniden yapılandırılması gibi konular görüşülmüş, bütçe, seçim ve sıkıyönetim gibi konularda yasama faaliyeti olmuştu.
İlk meclisin açılmasından yaklaşık bir yıl sonra, Şubat 1878 başında, Rus ordularının Trakya’da ilerlediği ve İngiliz donanmasının Marmara’ya girdiği günlerde, meclis II. Abdülhamid’i çok sert eleştiriyordu. Meclisle Saraya arasındaki gerginlik giderek artınca 14 Şubat 1878’de padişah meclisi kapattı ve başkentte sıkıyönetim ilan etti. Eleştirileriyle dikkat çekmiş bazı mebuslar sürgüne gönderildi. Osmanlı Devleti’nin yaklaşık bir yıl süren ilk meşruti rejimi ve parlamento deneyimi böylece sona erdi.
Birinci Meşrutiyet çok önemli bir dönüm noktasıydı ama şimdi gelelim asıl devrime, 1908 devrimine. Bu devrim öyle bir devrim ki bu devrimi yapan kuşak ve sonrasında da bu devrimi takip eden kuşak 1. Dünya Savaşı’nı yaşadı, ardından Mİlli mÜcadele’nin altından kalktı, yetmedi ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve Cumhuriyet’i kurmayı becerdi. Ama bu saydıklarımızın hepsi 1908’de ateşlenen bir özgürleşme ve modernleşme yangının devamıydı. Bu yangın çok karmaşık, çok çetrefilli ve çok kanlı oldu.
II. Abdülhamid 1878’de meclisi feshettikten sonra 30 yıl boyunca Osmanlı Devleti’ni baskıcı bir rejimle yönetti. Parlamentonun olmadığı, halkın temsil edilmediği bu istibdat rejiminde Osmanlı Devleti gün geçtikçe zayıflıyor ve kan kaybediyordu. 1908 yılına gelindiğinde İngiltere’nin Makedonya vilayetlerine ilişkin bir reform planı sunması bölgede örgütlenmiş Jön Türklerin bir kısmını, yani İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak bildiğimiz büyük çoğunluğu Balkanlar’da ve Avrupa başkentlerinde olan meşrutiyet yanlısı genç aydınları bir an önce harekete geçmeye itmişti. Paris’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezi ve cemiyetin Selanik şubesi Mayıs 1908’de meşrutiyete geri dönülmesi yönünde bir bildiri yayınladı. Ardından 3 Temmuz günü Kolağası Niyazi Bey’in yanında belediye reisi, polis müdürü, birkaç yüz asker ve siville Resne’de dağa çıkmasıyla İstanbul’daki Abdülhamid rejimine karşı geri dönülmez bir mücadele başlatıldı. Devrimciler 23 Temmuz 1908’de Makedonya’nın Manastır şehrinde meşrutiyeti yeniden ilan ettiler. Saraya çekilen telgraflarda isyancıların talebi çok açıktı : Sultana, anayasa uyarınca Meclis-i Mebusan’ı toplantıya çağırması, yoksa tahttan indirileceği bildirildi. Bu isyana direnemeyeceğini anlayan II. Abdülhamid, 24 Temmuz’da meşrutiyeti yeniden ilan etti ve İkinci Meşrutiyet dönemi başladı. Yani parlamenter sisteme geri dönülüyordu.
Seçimlere kadar geçen sürede başta İstanbul olmak üzere ülkenin dört bir yanında Osmanlı toplumunun o güne dek görmediği bir özgürlük havası esti. İTC seçimden büyük bir zaferle çıktı. Devrimden hemen sonra 1909 yılında önce 31 Mart Vakası ve ardından Abdülhamid’in tahttan indirilişi, akabinde yapılan anayasa değişikliği ve çetin geçen iktidar savaşları parlamenter rejimin sakin bir şekilde filizlenmesini engelledi. Ama gerçek manada parlamenter sistemin gelmesi de bu 1909 anayasa değişiklikleri ile oldu. Padişahın yetkileri kısıtlandı, Tahta çıktığında Meclis önünde anayasaya bağlılık yemini etmesi öngörüldü. Abdülhamid’in daha önce yaptığı gibi padişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtabilmesi çok zorlaştırıldı. Öte yandan bundan böyle barış, ticaret, toprak bırakılması ya da devlet harcamaları gerektiren anlaşmalar Meclis’in onayına sunulacaktı.
1909’dan 1914’te başlayan birinci dünya savaşına kadar olan süreç ve sonrası da epey sancılı geçti. Trablusgarp Savaşı ve Balkan Harbi’nin gölgesinde bu parlamenter rejim teşebbüsü de sağlıklı ilerleyemedi. Ocak 1913’te darbeyle hükümet değişti. Sonrasında İttihat ve Terakki’nin iktidarı da parlamenter rejim kisvesi altında kötü ve başarısız bir despotizme dönüştü. Bu şartlarda tek parti düzeninde 1914’te seçime gidildi ve İttihat ve Terakki meclisin tamamını elde etti. Bu parlamento I. Dünya Savaşı boyunca bu haliyle yasama faaliyetlerini yürüttü. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Mütarekesi sonrasında 21 Aralık 1918’de Padişah Vahdettin tarafından, yeni seçimler yapılmak üzere parlamento feshedildi. Yapılan seçimler sonunda Son Meclis-i Mebûsan ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. Fakat bundan iki ay sonra 16 Mart 1920’de İstanbul’un İşgali üzerine, parlamento, işgal güçlerinin baskısıyla anayasaya aykırı olarak 11 Nisan 1920’de resmen kapatıldı.
İşte tam bu ortamda, ülke 1. Dünya Savaşı’nı kazanan orduların işgali altındayken, 1919’da Mustafa Kemal öncülüğünde başlayan Milli Mücadele’nin; yani tarih kitaplarından bildiği Amasya, Erzurum ve Sivas’ta toplanan kelli felli adamların en önemli saiki yeniden parlamenter rejime dönmek, sultanlık adı altında hiçbir şey beceremeyen ve işgale ses çıkaramayan Vahdettin ve İstanbul Hükûmeti karşısında kontrolü ele almak ve “Hâkimiyet-i Milliye”yi yani halkın temsiliyetini ve ulusun egemenliğini yeniden tesis etme çabasıydı. Yani ülkenin makûs talihini, ancak ve ancak halkın iradesi yenebilirdi.
İstanbul’daki Meclis-i Mebûsan’ın kapatılması üzerine, işgal altındaki ülkede halkı temsil eden bir yasama ve yürütme organı kurmak adına 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi faaliyetlerine başladı ve fiilen ülkeyi yönetti. Hem de bu meclis öyle laf olsun diye kurulmuş, sembolik bir kurum değildi. Hem yasama hem de yürütme faaliyetlerini yürüten Büyük Millet Meclisi, yurdun her yerinden gelen temsilcilerin savaşı yönettiği ve savaşı yönetirken de en derin meseleler üzerine hararetli tartışmalar yapan gerçek bir parlamentoydu. Düşünebiliyor musunuz en çetin savaşların ortasında meclis başkomutandan ve hükümetten hesap soruyor yeri geldiğinde Mustafa Kemal cepheden Ankara’ya dönüp halkın temsilcilerine hesap veriyordu. Milli Mücadeleyi yürüten, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan, bağımsız bir Türkiye tahayyülünü gerçeğe dönüştüren ve ardından da Cumhuriyet’i kurup bir dizi reformu hayata geçiren işte bu Türkiye Büyük Millet Meclisi oldu.
1908’den bugüne 110 yılı aşkın parlamenter rejim tecrübemizde demokrasi, hak ve özgürlükler, anayasal rejim ve parlamenterizm açısından oldukça inişli çıkışlı bir siyasi tarihimiz oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarda tek parti dönemindeki denemeler, ardından çok partili hayata geçiş, askeri darbeler, değişen anayasalar derken bu yüzyılı aşkın çetin demokrasi ve parlamenter sistem tarihimiz 2018’den beri Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile bambaşka bir aşamaya geçti. Hem yasama hem de yürütmenin fiilen Cumhurbaşkanı tarafından yönetildiği mevcut rejimde, parlamento fiilen işlevsiz bırakılmış oldu. İçinde bulunduğumuz derin ekonomik ve siyasi krizden çıkılması, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilebilmesi için de her şeyden önce parlamenter rejime geri dönülmesi ve parlamentonun yürütme karşısında daha güçlü olduğu demokratik bir sistem inşa edilmesi gerekiyor. Bu yüzden de siyasi gündemin en sık tekrarlanan kavramı güçlendirilmiş parlamenter sistem.
Parlamentonun ne kadar hayati olduğunu anlamak için parlamentonun tarihini anlamak gerekir diye ulusal egemenlik için verilen mücadeleyi hatırlayalım dedik. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.